HAYALLERİN MİMARI JULES VERNE
Denizci, bilim adamı, coğrafyacı, yazar…
HAYALLERİN MİMARI JULES
VERNE
Anlattıklarının çoğu
hayaldi ama hepsi gerçek oldu. Gerçeği ise ondan daha güzel anlatan çok azdı.
Çünkü romanlarının çoğunda uzaklara “yelken açan” ve çok iyi bir edebiyatçı
olan Jules Verne, aynı zamanda gerçek bir denizciydi. (Yelken Dünyası - Mart/Nisan 2009)
Edebiyat
deyince, hiç kuşku yok ki aklımıza kitaplar gelir. Kitabı elime aldığımda ilk
yaptığım şey, sayfalarını hızla çevirip burnumu, akan sayfaların arasına daldırmak ve o
muhteşem kokuyu ciğerlerime çekmektir. Dijital ortamda da pek çok kitabım var
ama bana göre pek “var” değiller. Çünkü ortada kağıt yok. Kağıt olmayınca, koku
da yok. Edebiyatın, kağıt kokusu ile özdeşleşmesi, bana has bir durum değil.
Pek çok insandan duydum bunu.
Peki ya,
ortada henüz uzayın, uzay gemisinin, NASA’nın, ESA’nın olmadığı bir dünyada,
bizi Ay’a götüren; ortalıkta nükleer gücün, reaktörün, yüksek gemi inşa
teknolojisinin izi dahi yokken bizi denizlerin altında yirmi bin fersah
dolaştıran bir yazarın, neyin kokusunu almış olabileceğine dair bir fikir
yürütürsek, nereye varabiliriz?
Hayal gücü
ile edebiyat gücü böylesine yüksek kaç yazar adı sayabiliriz?
Naçizane
bir kriterim vardır edebiyatta. Dünya yazarı olmuş birinin, dünyanın neresine
giderseniz gidin tanınması gerekir. Örneğin, dünyanın neresine giderseniz gidin
“Don Kişot” (Don Quijote-aslında Don Kihote diye okunur ama biz nedense
Fransızlar’ın okuyuşunu almışız, dilin kendi sahipleri İspanyollar’ın söyleyişi
dururken!) dediğinizde herkes bilir. Türkçe’de “Donkişotluk yapmak” diye bir deyim
bile vardır. Mesela Homeros’un İlyada’sını bilmeyen pek azdır. Ya da “anonim”
denebilecek Bin Bir Gece Masalları’nı. Dünyanın her yerinde tanınır Shakespeare(Şekspir).
Herhangi bir ülkenin, herhangi bir sokağındaki çocuklar bile oynarken, “olmak
ya da olmamak” diye bağırabilirler, aslını astarını bilmeden! Dünya yazarı
olmak böyle bir şeydir bana göre. Ve belki de bu dünya edebiyatçılarının en
güçlüsü, Jules Verne’dir. Bizi Ay’a götürüp, denizlerin altında dolaştıran o
müthiş adam!..
GERÇEK BİR DENİZCİ
1828-1905
yılları arasında yaşamış bu Fransız dehayı, bugün çok iyi bir edebiyatçı olarak
tanıyoruz. (24 Mart, ölüm yıldönümüdür; onu, o tarihte okuyarak da anabiliriz.)
Ama o, edebiyatçı olmadan çok önce denizciydi. Denizi o kadar çok seviyordu ki,
evden kaçıp kaçıp gemilere tayfa yazılıyor, tabii ailesi tarafından yakalanıp
eve götürülüyordu. Türlü cezaya rağmen, deniz tutkusundan hiçbir şey yitirmedi.
Seneler sonra teknesi St Michel III
ile Lizbon, Cezayir, İrlanda, İskoçya, Norveç, Rotterdam ve Kopenhag’a gitti,
Batı Akdeniz’i gezdi. Denizi, tekneyi, dümeni, yelkeni o kadar iyi tanıyordu
ki, bu bilgisini romanlarında “konuşturdu”.
Denizi öyle
çok seviyordu ki, bu sevgisini Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ta Kaptan
Nemo’ya söyletti. Aslında o, pek çok anlamda, Kaptan Nemo’nun ta kendisiydi:
“ ‘Denizi seviyorsunuz, kaptan.’
Dahi bir yazar, tarih ve bilime çok yakın,
gerçek bir denizci. Jules Verne.
|
‘Evet, seviyorum! Deniz her şeydir!
Yerkürenin onda yedisini kaplar. Havası saf ve sağlıklıdır. İnsanın hiçbir
zaman yalnız kalmadığı bir çöldür burası, yalnız değildir çünkü yaşamın yanı
başında kıpırdandığını hisseder. Deniz, olağanüstü ve şaşırtıcı bir yaşamın
ileticisinden, hareket ve aşktan başka bir şey değildir; şairlerinizden birinin
dediği gibi yaşayan sonsuzluktur. Gerçekten de, bay profesör, doğa denizdeki
varlığını madenler, bitkiler ve hayvanlar âlemiyle, yani her üç âlemiyle de
ortaya koyar. Denizde yaşayan hayvanlar, dört bitkimsi hayvan kümesi, üç
eklembacaklı sınıfı, beş yumuşakça sınıfının yanı sıra, memeliler, sürüngenler
ve sayısız balık sürüsünden oluşan üç omurgalı sınıfı tarafından fazlasıyla
temsil edilmektedir. Yalnızca balıklar, onda biri tatlı suda yaşayan on üç
binden fazla tür içeren sayısız hayvan takımından oluşur. Deniz doğanın büyük
hazinesidir. Adeta dünyanın başladığı yerdir, burada bitmeyeceğini kim
söyleyebilir ki? En sonsuz huzuru burada aramalıyız. Denizin zorbaların malı
olduğunu unutmamalıyız. Denizin yüzeyinde insanlar, haksız kanunlarını uygulayabilir,
dövüşüp birbirlerini parçalayabilir, dünyadaki tüm dehşeti oradan oraya
taşıyabilirler. Ama otuz ayak aşağıda, egemenlikleri sona erer, etkileri söner,
güçleri yok olur! Ah! Bayım, denizlerin kucağında yaşamak gibisi var mı?
Bağımsızlık yalnızca buradadır! Burada bir efendim yok! Burada özgürüm!’
”(Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Birinci Cilt, Bölüm 10, İthaki Yayınları)
Şu
cümlelerin altını çizmezsek yazık olur:
-
“En sonsuz huzuru burada aramalıyız.”
-
“Denizin zorbaların malı olduğunu unutmamalıyız.”
-
“Denizlerin kucağında yaşamak gibisi var mı?
Bağımsızlık yalnızca buradadır.”
Ancak katıksız, zihnindeki deniz kavramı bin bir imbikten
damıtılmış bir denizcinin ağzından çıkabilecek cümleler değil mi bunlar sizce
de?
HER DÖNEMİN DENİZ
DÜNYASI
Jules Verne(Jül
Vern)’in satırlarında, yalnızca bugünün teknolojisine göz kırpan kehanetler
değil, aynı zamanda 19. Yüzyıl denizciliğine mercek tutan bir derinlik de
buluruz:
“İyi bir gemi ve iyi bir mürettebatı bir
araya getirmek, başarı şansını artırmak demekti, bu anlamda San Diego’nun
denizci halkının gösterdiği ilgi Kaptan Ellis’i sevindiriyordu. Hepsi de bu
limanın evlatları olan kurbanları arama çalışmalarına katılabilmek için en
gözde denizciler birbirleriyle çekişiyorlardı.
Dolly Hope(Doli Hop)’un mürettebatı, bir ikinci kaptan, bir
teğmen, bir baştayfa, bir deniz onbaşısı ve makinistler ile ateşçiler de dâhil
olmak üzere yirmi beş gemiciden oluşuyordu. Kaptan Ellis, Malezya denizlerine
yapacağı bu uzun ve zorlu yolculukta, bu fedakâr ve yürekli tayfalar sayesinde
istediği sonuca ulaşacağından emindi.
(…)
Nihayet üç haftalık bir yolculuğun
sonunda, gözcüler ufukta Torres Boğazı’nı kuzey ve güneyden çevreleyen Yeni
Gine’nin yüksek tepeleriyle, Avustralya topraklarının uzantısı olan York
Burnu’nu fark ettiler.
Bu geçit oldukça tehlikeliydi. Uzun
yol kaptanları bu boğazı mecbur kalmadıkça kullanmıyorlardı. Deniz sigorta
şirketleri, bu özelliğini dikkate alarak, bu sularda yolculuk eden gemileri
sigorta etmeyi kabul etmiyorlardı.
Hiç durmadan doğudan batıya doğru
ilerleyerek Pasifik sularını Hint Okyanusu’na katan akıntılardan kaygı duymakta
haksız sayılmazlardı. Sığlıkları yolculuğu çok tehlikeli hale getiriyordu. Güneşin
dalga şeritleri arasında beliren kör kayaları görebilme fırsatı verdiği birkaç
saatin dışında yola devam etmek mümkün değildi.” (Bayan Branican, İthaki
Yayınları)
SAVRULAN GEMİDE
KORKU
Bir
fırtınada, gemidekiler neler hisseder? Bunu en iyi bilenlerden biri Verne’dir
çünkü gerçek yaşamında da sayısız fırtınaya yakalanmış, hepsinden de bir reis
olarak alnının akıyla selamete çıkmıştır.
“Karanlık bir gece limanı ve Hauraki
Körfezi’ni örtmüştü. Karadan esen şiddetli yel kendini hissettirirken, uskuna,
çekilen denizin etkisiyle açıklara doğru süzülüyordu.
Miço uyandığında, Sloughi kıyıdakinden kolayca ayırt edilen bir
çalkantıya yakalanmış, sallanıyordu. Hızla güverteye çıkan Moko yatın
sürüklendiğini gördü.
Miçonun çığlıklarını duyan Gordon,
Briant, Doniphan ve birkaç çocuk yataklarından fırlayarak güverteye koştular.
Yardım çağrıları boşunaydı! Şehrin ya da limanın tek bir ışığı bile
görülmüyordu. Uskuna şimdiden kıyının üç mil açığında, körfezin ortasındaydı.
Briant’ın tavsiyelerine uyan bu genç
çocuklar, rüzgârın da desteğini alarak limana geri dönebilmek için yelken
açmayı denediler. Ancak istenildiği gibi yönlendirmek için oldukça ağır olan bu
yelken takımı, batı rüzgârının da etkisiyle onları kıyıdan daha da
uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Colville Burnu’nu geride bırakan Sloughi, burnu adadan ayıran boğazı aştıktan kısa
bir süre sonra, kendini Yeni Zelanda’nın onlarca mil açığında buldu.
Durumun ne kadar ciddi olduğu
ortadaydı. Briant ve arkadaşları, karadan gelecek bir yardıma bel
bağlayamazlardı. Limandan araştırma için yola çıkacak gemilerin bu karanlıkta
onları bulacağı kabul edilse bile, bu işin saatler sürmesi kaçınılmazdı. Ayrıca
güneş doğmuş olsa bile, açık denizde kaybolmuş böylesine küçük bir gemiyi fark
edebilmek mümkün müydü? Peki ya çocukların bu felaketten kendi çabalarıyla
kurtulmaları mümkün müydü? Rüzgâr yönünü değiştirmezse, kıyıya geri dönmekten
vazgeçmeleri gerekiyordu.
(…)
Aniden, iki, üç mil açıkta bir ışık
belirdi. Bu, hareket halindeki buharlı gemilerin ayırt edilebilmesini sağlayan,
direğin tepesine asılmış beyaz bir ışıktı. Birazdan yeşil ve kırmızı ışıkları
da görülünce, geminin yatın üzerine doğru geldiği anlaşıldı.”(İki Yıl Okul
Tatili, İthaki Y.)
YETMİŞ BEŞİNCİ GÜN
Öyle deniz
keyfi vardır ki Jules Verne’in satırlarında, denizi seven birinin, hele ki bir
denizcinin elinden bırakması mümkün değildir. Eminim, yukarıdaki satırların
nasıl devam ettiğini –kitabı okumadıysanız tabii- çok merak ettiniz. Ya şuna ne
demeli:
“Ayın 13’ünde, Yeni Dünya’nın bitim
noktasından geçildi. Buralar en kötü bölgelerdi. Özellikle kışın sis çok
fazlaydı, rüzgârsa çok şiddetli eserdi. Bir gün öncesinde aniden düşen
barometre, yakında havanın değişeceğini gösteriyordu. Gece boyunca sıcaklık
değişti, hava iyice soğudu, bunlar olurken de rüzgâr güneydoğuya kaydı.
Bir terslik olmuştu. Bay Fogg
rotasından ayrılmamak için yelkenleri indirip buhar yüklemek zorunda kaldı.
Yine de, uzun dalgaların pruvaya bodoslamasına çarpmasıyla gemi yavaşlamıştı.
Gemi şiddetle sarsılıyor, bu da geminin hızını kesiyordu. Rüzgâr yavaş yavaş fırtınaya dönüşüyordu ve Henrietta’nın ayakta kalamayacağı felaket şimdiden
kendini göstermeye başlamıştı. Eğer kaçmak gerekirse, tüm talihsizlikleriyle
bilinmeyene doğru gidilecekti.
Passepartout(Paspartu)’nun yüzü gökyüzüyle aynı anda karardı ve genç
adam iki gün boyunca ölümcül sıkıntılar çekti. Ama Phileas Fogg gözü pek bir
denizciydi ve denize kafa tutmasını biliyordu; en düşük hızda olsa bile yoluna
hep devam etti. Henrietta büyük
dalgaları aşamadığı zaman dalgaların içinden geçiyordu ve tüm güverte sularla
doluyordu, ama sonuçta geçmeyi başarıyordu. Bazen, dağ gibi bir su kütlesi
geminin kıçını dalgaların üzerine kaldırdığında pervane dışarı çıkıyor ve
deliye dönmüş kolları havada dönmeye devam ediyordu, ama gemi hep ileriye
gidiyordu.” (Seksen Günde Devri Alem, İthaki Yayınları)
İSTİSNAİ BİR YAZAR
Kimi yazarlar iyi birer denizcidir. Kimi denizciler de iyi birer
yazar. Kimileri coğrafyayı çok sever, kimi bunu bir araç olarak görür. Kimi,
gittiği yerleri anlatır, kimi gidişin kendisini. Bunların hepsinin bir araya
geldiği çok az yazar ve kitap vardır. Jules Verne, işte bu nedenle istisnai bir
yazardır. Yukarıda saydıklarımızı ve çok daha fazlasını bir araya getirmeyi
başarmıştır. Ama coğrafya tutkusunun, Verne’nin içinde bambaşka bir yere sahip
olduğu, çok kolay duyumsanır satırları arasında:
“Forward’ın kazanının temizlenmesi için bir
buzdağına demir atan Hatteras, doktora, Johnson ile birlikte karaya çıkması
için izin verdi.
Hedefiyle doğrudan ilgisi olmayan
hiçbir şeyle ilgilenmeyen kaptan odasına kapanarak, kutup haritasını gözleriyle
yiyecekmiş gibi incelemeye koyuldu.
İki yol arkadaşı karaya kolayca
ulaştılar; elindeki pusulayla James Ross’un çalışmalarını denetlemek isteyen
doktor, denizci tarafından hazırlanan kireçtaşı tepeciklerini hemen fark ederek
oraya doğru koştu; küçük bir aralıktan, James Ross’un keşfinin belgesini
sakladığı kalay kasa görünüyordu. Otuz yıldan beri hiç kimse bu ıssız kıyıyı
ziyaret etmemişti.
Bu bölgede özenle asılmış mıknatıslı
bir iğne manyetik kutbun etkisiyle yatay düzlemle hemen hemen dik açı
oluşturuyordu; iğnenin tam altında olmasa bile çekim merkezinin çok yakınlarda
olduğu belliydi.
Doktor deneyini titizlikle
gerçekleştirdi. Ancak, araçlarının yetersizliğinden dolayı James Ross’un iğnesi
89˚ 59′’yı göstermişse de, gerçek manyetik kutup buradan bir dakika daha
ileride olabilirdi. Doktor birkaç adım
attıktan sonra iğnesinin doksan dereceyi göstermesiyle büyük bir coşkuya
kapıldı.
‘İşte dünyanın manyetik kutbu
burası!’ diye haykırdı zeminin üzerinde tepinirken.
‘Tam burası mı?’ diye sordu Johnson.
‘Tam burası dostum.’
‘O zaman’ diye devam etti Johnson,
‘mıknatıslı dağlar üzerine kurulan tüm varsayımları bir kenara atmak lazım.’
‘Evet yürekli dostum’ diye yanıtladı
doktor gülerek, ‘bunlar saf insanların inanacağı varsayımlar! Gördüğünüz gibi
burada gemileri, çapaları, çivileri çekecek tek bir dağ bile yok, hatta ayakkabılarınız
bile dünyanın diğer bölgelerindeki kadar özgürler.’
‘Bunu nasıl açıklayabiliriz?’
‘Açıklayamayız, elimizdeki bilgiler
henüz bu olayı anlamak için yeterli değil. Ancak matematiksel olarak doğru olan
bir şey varsa, o da manyetik kutbun burada, ayağımın altında olduğudur.’”
(Kaptan Hatteras’ın Maceraları, 1.Cilt, İthaki Y.)
Okurken siz
de coğrafya tutkusunu ve bilime olan saygıyı soludunuz değil mi?
BİLİMSEL ÖNGÖRÜ VE
YAŞAMA SAYGI
Yazar,
elbette kitabındaki karakterlerden biri ya da birkaçı ile arasında köprüler
kuracak, bazılarının karakterini
kendinden yaratacaktır. Tıpkı geçen ayki sayıda Kaptan Nemo örneğini
incelediğimizde gördüğümüz gibi. İşte, aşağıda, bir konuşmasından ufak bir
bölüm aldığım Cyrus Smith de Verne’nin
özünden oluşan tiplerdendir:
“’Şöyle düşünüyorum:
Bilim insanları genel olarak, bir gün, maruz kalacağı soğuma nedeniyle
dünyanın sonunun geleceğini, ya da daha
doğrusu hayvan ve bitki türlerinin yaşama olanağının kalmayacağını tahmin
ediyorlar. Üzerinde anlaşamadıkları konu ise, bu soğumanın nasıl
gerçekleşeceği. Birileri bu durumu milyonlarca yıl sonra, güneş ısısında
görülecek düşüşe bağlarlarken, diğerleri bu soğumanın, dünyanın ısısı üzerinde
varsayıldığından daha büyük bir etkisi olan iç ateşlerin kademeli olarak sönmesiyle
gerçekleşeceğini iddia ediyorlar. (…) O zaman neler yaşanacak? Uzunluğunu
kestiremediğimiz bir sürecin sonunda, ılıman iklim kuşağındaki bölgeler, tıpkı
kutuplar gibi oturulamayacak hale gelecek. Bu durumda, insan topluluklarının da
tıpkı hayvan sürüleri gibi, güneş ışınlarını daha doğrudan alan bölgelere
çekilmeleriyle büyük bir göç yaşanacak. Avrupa, Orta Asya, Kuzey Amerika,
Okyanusya ve Güney Amerika boşalacak. Bitki örtüsü insanoğlunu izlerken, flora
ve fauna ile birlikte Ekvator’a doğru kayacak. Orta Amerika ve Afrika yerleşime
en uygun bölgeler haline gelecek. Laponlar ve Samoyedler Akdeniz kıyılarına
kutup ikliminin hâkim olduğunu görecekler. O dönemde, Ekvator bölgelerinin
dünya nüfusunu barındırmaya ve beslemeye yeteceğini kim iddia edebilir ki?
Oysa, öngörülü doğa, göç eden bitkilerin ve hayvanların sığınabilmesi amacıyla
daha bugünden Ekvator’un altında yeni bir kıtanın temellerini atmaları için
tekhücrelileri görevlendirmiş bulunuyor. Dostlarım, bu konulara sıklıkla kafa
yoruyorum, bir gün dünyanın çehresinin tamamıyla değişeceğine, yeni kıtaların
yükselmesiyle, denizin eskileri suları altında bırakacağına ve gelecek
yüzyıllarda, yeni Kolombların, suların altına gömülmüş olan Amerika, Asya ve
Avrupa’dan geriye kalanları bulabilmek için Chimboraço, Himalaya ya da
Montblanc adalarını keşfe çıkacaklarına inanıyorum. Ardından, bu yeni kıtalar
da oturulamayacak hale gelecekler; ısının tıpkı ruhu kendisini terk eden bir
bedeninki gibi düşmesiyle, sonsuza dek olmasa da, bir süre için dünyada yaşam
sona erecek. Belki de o zaman dinlenmeye çekilecek olan gezegenimiz, bir gün bu
ölümden daha üstün koşullarda yeniden doğmak için yararlanacak!’(Esrarlı
Ada, 1.Cilt, İthaki Y.)
Bu
satırları okurken ne düşüneceğimi şaşırıyorum. Kanım çekiliyor. 19. Yüzyıl’ın
ortalarında yazılmış bu satırlardaki öngörünün kuvveti ve bilimsel düşüncenin,
yaşam döngüsüne saygı duyan bir felsefeyle kucaklaşmış olması karşısında şapka
çıkartmaktan alamıyorum kendimi. Metinde de başka bir isimle söylediği gibi,
Jules Verne’nin bu konulara sıklıkla kafa yorduğu, her satırından, her
sözcüğünden belli oluyor. İmkân olsa da kitabın tamamını aktarabilsem.
Yine
denizciliğine dönecek olursak, bir geminin detaylarını Jules Verne kadar iyi
anlatabilen de çok azdır doğrusu.
Kaptan Nemo: “Sonsuz
huzur denizde aranmalı. Burada efendim yok. Özgürüm!” Hangimizin içinde bir Nemo yok ki? |
“Kalabalık bir işçi ordusunun çalıştığı bir
şantiyeyi andıran güverteyi gördüğümde, bir gemide olduğuma inanamadım.
İşçilerden, mürettebattan, makinistlerden, subaylardan ve meraklılardan oluşan
binlerce kişi, kimi zaman çarpışmak, kimi zaman sırt sırta çalışmak zorunda
kalsalar da bu durumdan rahatsız olmuşa benzemiyorlardı.(…) Kamarotun da bu
konu hakkında benden fazla bilgisi yoktu. Beni yalnız bıraktığında, bu uçsuz
bucaksız karınca yuvasının tüm deliklerini gözden geçirmeye karar verdim ve hiç
tanımağı bir şehri dolaşan bir turist gibi gezinmeye başladım. Güvertenin
zemini İngiliz kentlerine özgü siyah bir çamurla kaplıydı. Sağda solda kokuşmuş
su birikintileri vardı. İnsan kendini Londra köprüsünün yakınlarındaki Upper
Thames Street’in en berbat geçitlerinden birinde sanabilirdi. Arka güverte
boyunca uzanan kamaralara doğru sürtünerek ilerledim. Geminin her iki yanında,
bu kabinlerle küpeşte arasında kalan ve çalışanların kalabalığından dolayı
üzerinde güçlükle ilerlenen iki geniş cadde, daha doğrusu iki geniş bulvar
vardı. Böylece geminin tam ortasına, birbirlerine bir çift geçit sistemiyle
bağlı iki çarkın arasına geldim. (…)
İngiltere ile Amerika arasını yirmi kez kat etmiş, ancak son yolculuk sırasında
yaşanan ciddi problemlerden dolayı geçici olarak kızağa çekilmişti.Yolcu gemisi
olarak hazırlanmış olan Great Eastern
işe yaramazmış gibi görünüyordu, denizaşırı yolculukların pimpirikli turistleri
onun ıskartaya çıkarılması gerektiğini iddia ediyorlardı. Atlantik’e telgraf hattı döşenmesiyle ilgili
ilk girişimler gemilerin yetersizliği nedeniyle başarısızlığa uğradığında,
mühendislerin aklına Great Eastern
gelmişti. Dört bin beş yüz ton çeken, üç bin dört yüz kilometre uzunluğundaki
bu metal telleri, yalnızca o, gövdesinde barındırabilir, dalgalardan
etkilenmeyen güçlü yapısıyla bu ince uzun hattı ancak o okyanusa daldırabilir
ve o döşeyebilirdi. (…)” (Yüzen Şehir, İthaki Y.)
38 kitabın
otuz sekizinden de alıntı yapmak, bu muhteşem yazarın deniz, bilim ve heyecan
kokan her satırını okumamış olan dostlarımla paylaşmak isterdim. Ama malumunuz
olduğu üzere, mümkün değil. Fakat okumamış olan dostlardan birkaçının bile
dikkatini bu harika yazara çekebildiysem, kendimi mutlu addedebileceğim. Jules
Verne, her denizcinin kitaplığında “tam takım” olarak bulunması gereken bir
yazar. Öyle lezzetli yazmış ki, yoğun zamanlarda da okunabiliyor, tatilde de.
Denizi, doğayı seviyor, zaman zaman haritaya bakmaktan da keyif alıyorsanız,
Jules Verne’nin muhteşem dünyasına girdikten sonra, her şey farklılaşacak.
Bundan eminim.
Bu faslı da,
Kaptan Nemo’nun geçen sayıda altını çizdiğimiz o ünlü cümlesiyle bitirelim ki,
Jules Verne’nin ruhuyla kendi ruhumuz arasındaki özdeşliği daha yakından
kavrayalım:
“Sonsuz huzur denizde aranmalı. Burada
efendim yok. Özgürüm!”
Yorumlar