SON CEMRE VE BAHAR!..


Cemrelerin üçüncü ve sonuncusu bu ay düşüyor. Biraz daha soğuk var ama olsun, bahar geldi ya, her şeye değer! Balık bol ve lezzetli. Ama yerken  düşünmemiz gereken şeyler de var. 
(Yelken Dünyası - Mart 2009)


            Gerçek midir, değil midir, günahı ilk uyduranın boynuna:
            “Koca Ragıp Paşa ile Şair Haşmet, çarşıda gezerken, bakarlar ki önlerinde şair Fitnat Hanım yürüyor… Berd-i acuz (kocakarı soğuğu) zamanı olduğu için hava buz gibidir Ragıp Paşa, Fitnat Hanım'a şaka yapmak için Haşmet'e dönüp der ki:
-Haşmet, farkında mısın, şu kocakarı da ortalığı dondurdu!
Bunu duyan Fitnat Hanım, arkasına dönüp, kocakarı soğuğundan sonra gelen öküz soğuğunu (sitte-i sevr) kastederek cevabı yapıştırır:
-Evet evet, arkasından da öküz geliyor!”
            Mart ayına gelince, herkes bilir ki, meşhur Kocakarı Soğukları ortalığı biraz donduracak. Mart’ın kapıdan baktırması ve kazma kürek yaktırması bu soğuktan, Ragıp Paşa’nın deyimiyle, “kocakarının” başının altından çıkar.
ACÛZENİN YAPTIKLARI
            Fırtına ya da meteoroloji takvimlerinde “berdelacuz” diye geçse de, sözcüğün aslı Arapça’dır ve hem “berd-i acûz”, hem de “berd-ül acûz” şeklinde geçer. Berd, Arapça soğuk, acûz ya da acûze de kocakarı, (mec.) cadı karı anlamlarına gelir.(Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat).
            Mart ayı fırtına takviminde, ayın 1’inde isimsiz gelen fırtınanın ardından 10, 11’i dolayında bu kocakarı soğukları başlar. Soğuklar, bazen ilk anda bir fırtınayla, bazen de hemen ardından gelen ve bir türlü bitmeyen fırtınalarla yaklaşık bir hafta devam eder. Bunların bitiminde, 15, 17 Mart gibi bir fırtına daha vardır ve adı genelde yoktur. Oysa eskiler buna “ahir-i berdelacûz” derdi. İşte bu soğuk dönemin tam ortasında, hava öyle bir esmiş gürlemiş, en azından buz gibi soğutmuş ki ortalığı, “amma da düşmanca bir hava bu, ardı arkası kesilmedi, sanki bizi dondurmak, öldürmek istiyor” der gibi, yine Arapça “husûm” adı verilen fırtına eser. Husûm, Arapça hem “düşmanlar”, hem “uğursuzluk” hem de “dinmeden esen fırtına” anlamlarına gelir. Husûmet sözcüğünü halen kullanırız. Ne iç açıcı değil mi?! 12, 13 Mart gibi eser, bugünkü adıyla Hüsum Fırtınası.
            Berd-ül acûz, rûmi şubatın 26’sından itibaren 7 gün boyunca devam eden şiddetli soğuktur. Fırtınayla biter ve ardından ekinoks olur. Yani 21 Mart’taki gün-gece eşitliği. Güneş ışınlarının ekvatora dik geldiği ve sonrasında da kuzey yarımkürenin daha fazla ışık almaya başladığı bu tarihten itibaren günler, 23 Eylül’e kadar gecelerden daha uzun olacaktır. Her takvimde olmasa da, kimi takvimlerde ekinoksta, adsız bir fırtına gösterilir.
Çaylak avcı bir kuştur.
Göçten dönen kurbanlarını bekler.
            23, 24 Mart’ta Kozkavuran Fırtınası bizi bekler. Kimi tarihlerde çok şiddetli olduğu kayda geçmişse de, istatistiklere göre 3 yılda bir kendisini gösterir. Adının kaynağını bulamadım. Halen araştırıyorum, bulursam, hangi ay olursa olsun yazacağım. Ama ortada bir “kavurma” hadisesi olduğuna göre, bu tarihte rüzgârların “güneyli”, Batı Anadolu’da da muhtemelen lodos olma olasılığı çok güçlüdür.
GÜN-TÜN EŞİTLİĞİ:EKİNOKS
            Bu tarihten önceki şiddetli soğukları da aynı şekilde düşünecek olursak, yani mart ayı başındaki fırtınaların “soğuk” ile özdeşleştiğini düşünürsek, onların da “kuzeyli” havalar olduğunu varsaymak, hiç de yanlış olmaz. Peki ne değişiyor, farkı sağlayan ne? Basit bir  varsayımla, ekinoks! Güneş ışınlarının güney yarımküreden kuzeye sevdalanmaya başlaması, rüzgâr yönlerini etkiliyor olabilir.(Olabilir değil, olur da, bu her sene böyle midir, başka faktörler var mıdır, orasını bilim insanlarına bırakalım.)
            26 Mart’ta karşımıza “yeniden” Çaylak Fırtınası çıkar. Aynı fırtına, bir de 13 Eylül’de vardır. Malum, göçmen kuşlar, sonbaharda güneye iner, ilkbaharda yeniden kuzeye çıkarlar. İklimi takip ederler kuşkusuz. 13 Eylül’deki fırtına, 23 Eylül ekinoksundan hemen önce, 26 Mart’taki ise, 21 Mart ekinoksundan hemen sonradır. Demek ki kuşlar, güneşin hangi yarımküreye daha çok vurduğunu seziyorlar. Hatta eylüldeki Çaylak’ın öncesindeki fırtınanın adı da Bıldırcın Geçimi Fırtınası’dır. Çaylak göçmen değil, avcı bir kuştur ama küçük kuşları(bıldırcın, kırlangıç vb.) ve fare gibi küçük hayvanları avlar. Buradan şunu çıkartabiliriz: Küçük kuşlar gidiyor, çaylaklar görünmez oluyor(13 Eylül), küçük kuşlar(avlar) geliyor, çaylaklar yeniden ortalığa çıkıyor(21 Mart).
ARKADAN GELEN ÖKÜZ
            Son olarak 29 Mart’taki isimsiz fırtınayı da atlatınca, karşımıza ne çıkıyor? İlkbahar! Ama öyle hemen sevinmemeli. Çünkü Nisan’da ne var? Yazının başında Fitnat Hanım’ın söylediği “Öküz Soğuğu”. Yani sitte-i sevr. Nisan ayında, Güneş’in sevr(yani boğa) burcuna girmesi sırasında olan ve altı(sitte) gün süren, fırtınaları ile meşhur soğuk dönem. Bununla ilgili küçük bir detayı Nisan’a bırakalım ki, lafımız tükenmesin.
            Bu arada, Mart’ın 6’sında, ilk ikisi havaya ve suya düşen cemrelerin üçüncü ve sonuncusu, toprağa düşerek teorik ısınmayı başlatmıştır ama, yukarıda da anlattığımız Kocakarı Soğukları, bu başlayanın hakikaten teorik olduğunu ispatlamaya yeter de artar bile.
            Sonuçta fırtına, mırtına… Mart geldi ya! Oh! Her ne kadar bu sene pek kış yüzü görmediysek de(Batı Anadolu’yu kastediyorum, Doğu’daki dostlar bağışlasınlar lütfen), baharın geldiğini hissetmek güzel.
            Bakalım bu güzel duygularla, 11 Mart’taki dolunayı, denize çıkarak selamlama şansımız olacak mı? Başımızı göğe çevirmişken, Mart’ın 1’inde Merkür ve Mars’ın sabah birbirlerine yakın duracaklarını, aynı yakınlığın 22 Mart’ta Jüpiter ve Ay, 24 Mart’ta da Mars ve Ay arasında yine sabah görüleceğini bir kenara not edelim. Çünkü hepimizin sık sık yaptığı hatadır Mars’a Jüpiter’e, Jüpiter’e Venüs, Venüs’e Mars demek… Doğrusunu bilelim de, denizcinin en büyük yardımcısı olan milyonlarca kilometre uzaklıktaki gökcisimlerine ayıp olmasın! Sonuçta hepimiz aynı galaksinin varlıklarıyız!
            Evet, biz insanlar da aynı dünyanın insanıyız erkek ya da kadın. Fakat kadınların, erkeklere karşı “eşitlik” mücadelesi bitmedi. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü unutmayalım. Bu özel gün, romantik bir gün değildir sevgili dostlar. İsteyen istediği gibi kutlasın tabii ama, tarihçesine kısaca göz atarsak, 8 Mart’ın ne olduğunu daha iyi anlarız.
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
            Dünya tarihi, acı olaylarla yazılmıştır. Sanayileşme sürecinde de, ne hikmetse, erkekle kadın, yaptıkları eşit iş, yani harcadıkları eşit emek karşılığında bir türlü eşit ücret alamamışlar, bu konuda ağızlarını ne zaman açsalar, ağır bedeller ödemişlerdir. Ama bu eşitlik mücadelesinden önce, tüm işçiler, çok ağır şartlar altında, dinlenmeden, haftalık tatil yapmadan, hatta tatil kavramını dahi bilmeden, günde 12, 14 bazen de 16 saat çalışmışlardır. Çok uzun süren sıkıntılar ve mücadeleler sonrasında, 8 Mart 1857’de New York’da, erkek-kadın 40 bin dokuma işçisi, daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak polis, işçilere saldırır ve işçileri fabrikaya kilitler. Ardından kilitli fabrikada yangın çıkar ve çoğu kadın 129 işçi can verir. 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak kutlanması önerisi getirilir ve öneri oybirliğiyle kabul edilir. Ancak bunun gerçekten “uluslararası” olması uzun zaman alır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak
Türkiye, Yüce Önder Atatürk sayesinde, Kadınlar Günü’nü, Birleşmiş Milletler’den yıllar önce.
1921’de kutlamaya başlamıştır. İyi ki varsın Atam.


kutlanmasını kabul eder. Birleşmiş Milletler'in internet sitesindeki günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York'ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazmaz!  Fakat Yüce Önder’e binlerce şükür ki, güzel ülkemizde 8 Mart Kadınlar Günü, 1921’de kutlanmaya başlamıştır. Evet 1921’de.
EMEK VE BALIK
            Ama o gün, güzel bir balık yiyerek(ama evde yapılacaksa erkekler yapacak) anlamlı bir kutlama yapabiliriz. Anlamı, biraz zorlayarak da olsa şu: Dostlarla zaman zaman konuşuyoruz. Özellikle kış aylarında, soğuk, kar, soğuğu arttıran rüzgâr demeden denize çıkmaya gayret ediyoruz ama biz bu işi zevk için yapıyoruz. Üzerimizde kat kat özel giysiler, ellerimizde eldiven ve sıcak bir içecek vs. Fakat, aynı soğukta, elleri buz gibi suda, günlerce, birkaç kasa daha fazla balık tutabilmek için, evine ekmek götürmek için, uzuvlarını hissetmeden çalışan, didinen balıkçı dostlarımız var. Onları gördükçe, tezgâhta satılan balığa artık “pahalı” dememek gerektiğini düşünüyorum. Evet, balıkçıları, kaynakları hor kullanmakla itham ettiğimiz, yarını düşünmemekle suçladığımız oluyor. Ama bu düşünceler, o buz gibi havada, birkaç kazağın üzerine giyilmiş muşambanın altında titreyen vücudunu, alacağı üç kuruşla geçindirdiği evindeki sobanın sıcak kalması için dik tutmaya çalışan balıkçının makine değil “insan” olduğunu unutmamıza gerekçe değil ki! Keşke, tezgâhtaki ya da lokantadaki balığa verdiğimiz para, büyük oranda onların cebine gidebilse!

           
Bu iş hiç de karşıdan görüldüğü gibi kolay değil.
İşte, yoğun emekle tutulan balık ve emekle ilgili verilmiş bir mücadelenin yıldönümü arasında kurduğum “anlam” bağı bu. İster bu nedenle, ister sağlık için, haftada en az iki kez balık yemeyi ihmal etmeyelim. Peki bu ay hangi balığı yiyelim? Hepsini! Tüm denizlerimizde mart, hem en çok çeşidin bulunabildiği, hem de bulunanların aşağı yukarı en lezzetli oldukları aydır. Bol bol yiyelim ve her balığın ne emeklerle tutulduğunu hatırlayalım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DENİZCİ Mİ OLMAK İSTİYORSUN? KÜREK ÇEK!

DİVÂNÜ LUGÂTİ’T TÜRK’TE DENİZCİLİK TERİMLERİ TARAMASI

PÎRÎ REİS NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?