FAZIL SAY KONSERİNDE GÖĞE YÜKSELMEK

 

 

Biz göğe yükseldik.

Dün gece (26 Kasım) İzmir Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde oturduğumuz yerden çok uzaklara gittik.

Bir Fazıl Say konserindeydik ya da kendimizi öyle sanıyorduk.

Meğer seyahatteymişiz.

 

Bir baktık, uçsuz bucaksız bir okyanusun kıyısında, bir küçük tahta iskeleye bağlı minik bir kayıktayız. Okyanusta tüm tekneler minik değil midir zaten? Sakin bir deniz, mavi bir hayat, güneşli ama Halikarnas Balıkçısı’nın deyimiyle, “tam adam boyu” bir iklim, huzur… Palamarları gevşetip akışa bırakarak kendimizi, uzaklaşıyoruz kıyıdan. Deniz bu, mutlaka değişecek çehresi. Değişiyor tabii. Mis kokulu rüzgârlar, kabartıyor dalgaları ve heyecan katıyor, su katılmamış huzura. “Deniz çok büyük ama teknem çok küçük” diye dua edermiş balıkçılar binlerce yıl önce; deniz sertleştiğinde güvende hissetmek zordur çünkü. Ama biliriz ki güvenle erişeceğiz mavi suyun başka bir kıyısına yeniden ve başka bir tahta iskelenin yıpranmış ama dostça saran halatlarıyla yeniden bağlanacağız karaya. Çok geçmeden bağlanıyoruz da. Kumsalı okşuyor yeniden durgun maviliklerin vazgeçmeyen, ısrarlı, tedirgin beyaz tüllü dokunuşları. Dalgalarla boğuşurken denizden kurtulmak ister her denizci. Ama bir kez ayak basmayagörsün karaya, o saniye başlar yeniden mavi suya hasreti. Lakin hayat karada. Yuvamız, öykülerimiz, atalarımız, coşkularımız…

 

Derken… Ormanla çevrili derin bir krater gölünün yanında alıyoruz soluğu. Kadim bir yer burası. Kimsenin bilmediği ama düşlerin cirit attığı… Ve inlerin… Ve cinlerin… Gün ortasında bile dibi görünmeyen bir gölün, gecenin perileri olan yıldızları nasıl yansıttığına hayretle bakıyoruz. Hatta kayan bir yıldızı bile gökte değil, suda görüyoruz. Evrenin aynası olmuş kara su, bize bizi göstermede. Bizden başka kimsenin olmadığı bu ıssız yer, yıldızlarla, ağaçların ruhlarıyla, yabanın kuş sesleriyle öyle kalabalık ki. Sanki perileri çıkıp gelmiş ormanın, bize raks ediyorlar, akıl ermez kâinatın baş döndürücü ritmiyle. Gece karanlığında ayrı bir güzel yaşamak; evrendeki her şey gibi dönerek dans etmek, dinlemek karanlığı ve tüm ruhlarıyla ormanı. Durgun gölü, içinde yatan masallarla bırakıp dipsiz uykusunda, sabahı karşılıyoruz, içimizdeki tanıdık cıvıltılarla.

 

Çünkü artık yemyeşil bir diyarda şırıl şırıl akan bir derenin kenarındayız. Nasıl yorulmaz, nasıl dinlenmez, nasıl vazgeçmez bir dere, akıl erdiremiyoruz. Nasıl bir enerjisi var ki, daha yanına yaklaşırken yaşama sevinciyle dolduruyor insanı. Sanki şu uçuşan iki kelebek bizim ruhumuz. Sanki biz değiliz dereye doğru yürüyen de dere bize yaklaşmakta… Su aktıkça yaşıyor Dünya, su aktıkça yaşıyor insan. Suyla varız zaten, yokuz susuz. Aklıma bir yazımın bir cümlesi geliyor: “İki gün içme de gör bakalım, neymiş su; uğruna her şeyi zehirlediğin altını külçeyle dağıtsan bir yudum suyun yerini tutuyor muymuş!” Kızıyorum yeniden varlığı yanlış yerde arayanlara. Derenin şırıltısıyla göğe doğru yükselip, aşağıda anlam arayanlara bakıyorum. Evrende başka yerde hayat var mı bilmiyorum ama işte su aşağıda, yemyeşil akıyor; hayat burada, elimizin altında; bir yudumuyla can kattığı canımda. Şırıltıyla süzülüyor, yeniden koltuğuma yerleşiyorum. Kendime geldiğimde çoktan tanışıp kaynaşmış ağzım kulaklarımla.

 

Üç bölümlük “Su” Piyano Konçertosu sona ermiş. Dayanamayıp ayağa fırlıyorum, kafamda halen şırıldamakta olan derenin sesine alkışımla katkıda bulunmaya çalışıyorum. Son 29 dakikada ne yaşadım böyle? Nasıl bir eser bu? Bir konçerto, meditasyona dönüşebilirmiş meğer. Hem de yüzlerce insanın içinde.

 



İkinci bölümdeki eser İstanbul Senfonisi. Onu biliyorum işte. Dinlemiştim. Yeniden dinlemek için sabırsızım. Ama Fazıl Say sahnede değil bu eserde. Balkonda. Bir eseri, eserin sahibiyle aynı salondan dinlemenin nasıl bir şans, nasıl bir sıradışı güzellik olduğunun farkında mı salondaki herkes bilmiyorum. Düşünsenize bir, Beethoven gelmiş, yanınızda oturuyor ve sahnedeki orkestra 9. Senfoni’yi çalıyor. Bu bir piyango. Bu çok büyük ikramiye. Yıllar sonra kızımın torunlarına, “Benim babam Fazıl Say’ın eserini Fazıl Say’ın yanında dinledi biliyor musunuz” diye anlatacağı, babasının duyduğu gururu torunlarına aktaracağı bir şey.

 

Sahnedeki solistler bambaşka üstatlar. Burcu Karadağ neyi, Hakan Güngör kanunu ve Aykut Köselerli vurma sazlarıyla İstanbul’un yedi tepesinde meşaleler yakıyorlar, ışıl ışıl. (Senfoni, İstanbul’un yedi tepesine ithafen yedi bölüm çünkü.)

 

Tüm bunların dışında bambaşka bir şans yüzümüze gülmüş çoktan. Ahmed Adnan Saygun Senfoni Orkestrası. Can Okan şefliğindeki AASSO, harikalar yaratıyor. Henüz çok yeni, çiçeği burnunda bir orkestra ama ülkenin pek çok orkestrasını dinlemiş kulaklarım, gururla bayram ediyor. Belli ki Emel Akçay Özer önderliğinde çok emek verilmiş. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin büyük katkıları muhteşem bir meyve vermiş.

 


Çok mutlu ve gerçekten kutlu bir geceyi geride bırakıyoruz. Karaya ayak basmış denizcilerin o tanıdık duygusuyla, şimdiden yeni yolculukların hasreti içimizde kıpırdanıyor.

Yorumlar

Gülveren Tamer dedi ki…
Harika anlatımınız beni oraların kıyısında huzurla ve zevkle dolastırdı. Orada olmasamda eserini dinlerken bana bu muhteşem duyguyu yaşattınız. Teşekkürler ve şimdiden mutlu yıllar..
Adsız dedi ki…
Bu nasıl bir anlatımdır, nasıl bir göğe yükselmedir...yazının bitiminde yere inişim kötü oldu... Teşekkürler, çok yaşayın Fazıl Say ve siz... Sevgiler...

Bu blogdaki popüler yayınlar

DENİZCİ Mİ OLMAK İSTİYORSUN? KÜREK ÇEK!

DİVÂNÜ LUGÂTİ’T TÜRK’TE DENİZCİLİK TERİMLERİ TARAMASI

PÎRÎ REİS NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?